William Golding’in 1954’te yayımlanan SİNEKLERİN TANRISI adlı romanı, okuyucuyu demokrasi, adalet, özgürlük, bilim, din, aydınlanma, uygarlık, insanlık ülküsü, değerler ve iyilik-kötülük kavramları üzerinde düşünmeye iten bir ada macerasıdır.
Sokrates tüm insanların ortak bir ahlakı bulunduğunu, her insanın bu erdeme yatkın olduğunu ve dolayısıyla insanın özünde “iyi” olduğunu söyler. Oysa Golding, Sineklerin Tanrısı’nda, insanın özünde “kötü” olduğunu, içindeki şiddetin ve kötülüğün, yasalarla, toplum ve ahlak kurallarıyla bastırıldığını anlatmaktadır.
Uygarlığın tüm değerlerinin çöpe atıldığı, yerlerine bayağılığın ve yoz ilişkilerin konduğu, her şeyin para ile ölçüldüğü, menfaat için her türlü kötülüğün yapılabildiği, bencilliğin, kibrin, vicdansızlığın, hoşgörüsüzlüğün ve kula kulluk etmenin en üst seviyeye ulaştığı bir çağdayız. Kişisel hırslarının esiri olan açgözlü insan -ne yazık ki Golding’i haklı çıkarırcasına- içinde yaşadığı dünyayı o cennet gibi mercan adası misali yakıp yıkıp, cehenneme çevirmeye kararlı görünüyor.
Çevresinde olup bitene tepki vermeyen, futbol, din, medya ve teknoloji fetişizmiyle uyuşturulmuş, bitkisel hayatta olduğu şüphe götürmez geniş halk kitleleri, üretmeden sürekli tüketmekte ve kendisi için hazırlanan karanlık tünele doğru hızla ilerlemektedirler. Çünkü içlerindeki karanlık ses onlara bu yeni kölelik düzenine karşı çıkmamalarını, genele uyum sağlamalarını, yalana / yanlışa ses çıkarmayıp üç maymunu oynamalarını tembihlemektedir.
Kitaptan okuduğum ufak bir pasajı aşağıdaki bağlantıdan dinleyebilirsiniz.